7 Kasım 2011 Pazartesi

Ekim ayından bize kalanlar...

Serra Yılmaz'dan duyularak Ralph Waldo Emerson'dan beğenilen bir alıntı:
"Başarı sık sık gülmek ve çok sevmektir; akıllı insanların saygısını ve çocukların sevgisini kazanmaktır; dürüst eleştirmenlerin onayını almak; sahte dostların arkadan vurmalarına dayanmaktır; güzeli sevmektir; herkesteki en iyiyi bulmaktır; karşılık beklemeyi düşünmeden kendiliğinden vermektir; geride ister sağlıklı bir çocuk, ister kurtarılmış bir ruh, ister bir parça yeşil bahçe, ister iyileştirilen bir sosyal durum bırakarak dünyanın iyileşmesine katkıda bulunmaktır; gönlünce eğlenmek ve gülmek; kendinden geçerek şarkı söylemektir; tek kişi bile olsa, birinin sizin varlığınızdan ötürü daha rahat nefes aldığını bilmektir. İşte bu başarılı olmaktır."

Romanlar:
1) Hınç Ayları - Pascal Bruckner - Ayrıntı Yayınları
İçinden kötülük fışkıran bir roman, okudukça negatifliğin esiri olunabilir. Pek tuhaf içeriği nedeniyle metrobüste okumaya hiç uygun değil :) Roman Polanski tarafından 1992'de Acı Ay adıyla beyazperdeye aktarılmış. (5/10)

2) Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey - Mine Söğüt - YKY
Uzun süredir okuduğum en farklı ve şaşırtıcı romandı, Mine Söğüt'ün dilini ve içiçe giren insan öykülerini çok sevdim. Bu romanda da "kötülük" başrolde ama bulaşıcı değil. (8/10)


"Geçmişi fotoğraflardan öğrenmek mümkün mü? Ne anlatabilir bugün bize, çoktan ölmüş bu insanların durgun ve suskun suretleri? Sadece zamanın geçip gittiğini ve herşeyin bir gün bittiğini. Herkes ölür. Her şey biter. Ama yine de hayatta aslolan telaştır. İstektir."

3) Luisito - Susanna Tamarro - Can Yayınları
Emekli bir öğretmenin hayatına tesadüfen giren bir papağanla değişen hayatı... Hem hüzünlü, hem keyifli bir öykü. (8/10)


Tiyatro:
1) İstanbul Şehir Tiyatrosu - Dullar
Sabun köpüğü bir oyun ama Güzin Özyağcılar ve Hale Akınlı karşılıklı döktürüyorlar - tek perde olduğu için sıkılmadan izlenebilir. (6/10)


Sinema:
1) Paris'te Geceyarısı - Woody Allen
Bu da sabun köpüğü bir film ama Paris dekorunda zaman yolculuğu - sanatçıların sahneye giriş çıkışları ve ince esprili bir Woody Allen imzası ile izlemeye değer. (7/10)

1 Ekim 2011 Cumartesi

İşler de evlilikler gibidir...

Yeni işime girerken "işler de aşklar gibidir"i yazmıştım; 2 ay sonrasında "işler de evlilikler gibidir, benim şu anki işim tam bir mantık evliliği - evet evliyim ama coşkulu değilim" diyorum.

Sonbaharı birkaç yıldır sever oldum, en sevdiğim yanı tiyatro sezonunun açılmış olması. Ekim ayı hedeflerim içinde en az bir tiyatro+sinema izlemek ve elimdeki romanı bitirip buraya yazmak olsun...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Aydın Boysan'ın İstanbul'un Kuytu Köşeleri adlı kitabından...

"...Evet, yaşam kolay değildi. Zaten biz de kolayı aramıyorduk. Samatya-Yedikule çocukları olarak biz Cumhuriyetimizin en onurlu yıllarını yaşamaktaydık. Politika üst yönetiminde, "şaibeli kişi" yoktu. Pantolonumuzun yamalı, ayakkabımızın delik olması, hiç ama hiç önemli değildi.

Bizim, İstanbul'da ya da Türkiye'de bize benzeyen çocukların ve gençlerin, sefillikle boğuşan şartlar içinde yaşadığımız sanılabilir... Yanlıştır. Biz ülkemizin geleceğine inançlı olan, çok umutlu ve mutlu zamanlar yaşadık. Asıl sefillik, sahtekar ve aşağılık politikacıların at oynatabildiği bir ortamda yaşamaktır. Konfor artışı bu türlü sefilliğin utancını azaltmıyor."

14 Temmuz 2011 Perşembe

Prison Break - 2. sezondayız

Şimdiye kadar izlediğim diziler içinde en iddialı oyunculukların sergilendiği dizi. Özellikle T-bag ve Abruzzi (fotoğrafta soldan ikinci ve sağdan ikinci aktörler) inanılmaz. Abruzzi kendisinin de söylediği gibi "Shakespearevari bir mafyayı", T-bag ise kendi yarattığı dil hareketleri,saç modeli ile psikopat bir "sürüngen"i canlandırıyor. T-bag'in kızı ya da eşi olsam bu diziyi izledikten sonra onunla aynı evi paylaşmak ister miydim bilemiyorum :) Başrollerdeki Burrows ve Scofield (soldan üçüncü ve dördüncü) ise ağırbaşlı - ölçülü - disiplinli oyunculukları (ve tabii etkileyici fizikleri) ile başarılı bir oyun çıkarıyorlar. Yan karakterlerin tümü o kadar iyi tanımlanmış ki aslında tüm oyuncular başrolü paylaşmış diyebilirim.


Evet, evet, artık gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim diziyi...

7 Temmuz 2011 Perşembe

İşler de aşklar gibidir...

... hiç kimse bir gün biteceğini düşünerek başlamaz ne işe, ne de aşka... Önüme ailem için, benim için, kariyerim için güzel olacağını düşündüğüm bir fırsat çıktı; dört yıl önce koşarak geldiğim ve mutlu günler geçirdiğim işimden hüzünlenerek ayrılıyorum ve yepyeni bir takımın bir parçası olmak üzere yola çıkıyorum.

     
Bana şans dileyin...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Sir Elton John,hizmetinizdeyim...

Tam 18 yıl önce bir Haziran akşamı, daha doğrusu benim ÖYS'ye girdiğim stresli ve yorgun günün akşamı kardeşimle birlikte İnönü Stadı'nda Elton John konserine gitmiştik, annemle babam bizi kapıda beklemişlerdi. Konser çıkışı kendimize The One tişörtü bile almış, yıllarca giyip hava atmıştık. İlk Elton John kasetimizi de konserin ertesi günü satın almıştık da annem bile sevip biz evde yokken dinler olmuştu.

Dün akşam yine Elton John konserindeydim. Bu kez stadda değil karşısındaki Küçükçiftlik Parkı konser alanında, yanımda kardeşim yoktu ama akşam çıkışta yine babam gelip aldı beni :) Kaç yaşına gelirsen gel, ister evli ol, ister çocuklu anne-babalar için kızları hep çocuk kalıyor. 

18 yılda ben yaşlanmıştım da Elton John yaşlanmamıştı, 2,5 saat boyunca sahneyi terketmedi, herkesi coşturdu. Orkestrası da bir alemdi; birkaç tane yaşlı delikanlı - biri uzun saçlı ve çiçekli gömleği göbeğine kadar açık gitarist Nick Nolte, biri son Mohikan görünümlü baterist, diğer gitarist aynı Nejat Yavaşoğulları, iki tane çello çalan ve fes takan çıtır delikanlı, arkada pofuduk kıvırcık saçlarıyla tombul neşeli siyahi vokalistler grubu ki bellerinde Shakira/dansöz şıngırtılarından vardı. 




Seviyorum bu adamı ne yapayım; kimliğine sahip çıkmasını, partneri/eşi ile taşıyıcı anneden çocuk sahibi olmasını, bir futbol takımı satın almasını, güneş gözlüklerini, rüküş ayakkabılarını-ceketlerini, kulise incir ve palmiye istemesini, piyanosuyla çocuğuymuş gibi oyun oynamasını, insancıllığını, her yardım organizasyonunda yer almasını seviyorum - 80'ler ve 90'ların simgesi hüzünlü ve neşeli şarkılarını seviyorum; en çok da Nikita'yı...

Babam beni eve bırakırken şöyle dedi: "İnsana kaç kere nasip olur böyle dünya çapında bir sanatçıyı izlemek?" Bana iki kez nasip oldu, çok şanslıyım...biliyorum.

29 Haziran 2011 Çarşamba

Her ölüm,erken ölümdür...


Karikatür sanatçısı, mimar ve ressam Güngör Kabakçıoğlu aramızdan ayrılmış... İzmir Büyük Efes Oteli’nin gece kulübü ve bar duvarlarını, Emek Sineması'nın fuayesini, Emekli Sandığı'nın İstanbul'daki Tarabya Restoran ve Plajının dış cephesini süsleyen eserleri de yanılmıyorsam artık yerlerinde değiller... Emek Sineması AVM olmamak için direniyor, Büyük Efes Oteli Swissotel oldu ve Tarabya Oteli restorasyondan geçiyor- bu eserlerin görsellerini bile bulamadım. Cepheleri, iç ve dış mekanları sanat eserleriyle güzelleştirme modası ne yazık ki günümüzde geçerliliğini kaybetmiş durumda... Ne demeli, hayat kısa - sanat sonsuz...



Kaynakwww.karikaturculerdernegi.org 

23 Haziran 2011 Perşembe

A.Sicimoğlu dinliyorum...

Yasemin'in hediye ettiği Ayhan Sicimoğlu Friends&Family albümünü dinliyorum. Tam bir doğu batı sentezi, cd'nin kapak fotoğrafından da açıkça görülüyor. Batı ezgilerinin Latin ritmleriyle, Latin ezgilerinin Türk motifleriyle süslendiği bir aşure - aynı Ayhan Sicimoğlu'nun kendisi gibi; karmaşık ama eğlenceli. Latin müziği ve dansları sevenlere tavsiye ederim, hafif esintili yaz akşamüstlerine yakışan bir albüm.



Favori parçalarım: Zeynep Özbilen'in güzel sesinden Esperare ve Mirkelam+Z.Özbilen yorumuyla bir Yeşilçam melodramına dönüşmüş olan Bir Aşk Hikayesi.

Haftalık,Aylık,Yazlık hedefler

Yarın için meyveli yaz pastası ve haftasonu için çilekli limonata yapmak, eski iş yerinden dostlarla buluşma organizasyonu, Ayşegül'ün hediyesi beyaz keten çantaya iki yıldır bekleyen yaprak baskısını yapmak - belki elim değmişken bir de masa örtüsü çıkarırım aradan... 5 Temmuz'da Elton John konseri, 21 Temmuz'da Kale'nin yaz partisi, Temmuz'un son haftası kuzucukla tatil - iş değiştirirsem tatil hayal olabilir, olsun! Eldekileri bitirip yeni kitaba başlamak, Prison Break'e devam, belki bir akşam ada ya da Asmalımescid kaçamağı, Balbay ve Haberal'ın ve diğer aydınların Silivri'den kurtulması, AKM'nin restorasyonu... (Son iki hedef yalnız benim hedefim oldukça gerçekleşebilir görünmüyor!)



Geçen haftanın sürprizi bir iş görüşmesi ve Kanyon'da bir tur (bence yorucu bir mimari - güzel fikir/yanlış iklim)  Pazar günü babaya sürpriz (Deniz'den babasına), balkonda kahvaltı ve HASAL Talaş Böreği Günü oldu.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Prison Break'e başladık...

Dizi bağımlılığımız Lost ile başladı, 24 ile devam etti, araya tavsiye üzerine Flashforward aldık, sonra Alias derken Prison Break'e ulaştık. Yıllar öncesinde keyifle izlediğimiz  Friends ve Sex and the City de unutmamak gerek tabii.

Biz izlemeye başladığımızda Lost çılgınlığı ülkemize yayılmamıştı, konu tam bir sürpriz oldu, final sezonunu ise yeni izleme şansı bulduk. 24'ü hamilelik ve annelik dönemi dizim olarak ayrı bir yere koyuyorum - Başar'ın doğuma gitmemize birkaç saat kala "gel,bir bölüm izleyelim,havan değişsin" repliği beni hep güldürmüştür - izlemedim, anne adayları doğum öncesi havası değişsin istemezzzzler! Deniz doğdu, geceleri tek eğlencemiz onu uyuttuktan, onlarca misafiri evlerine uğurladıktan sonra 24 başına koşmak oldu. Son sezonu henüz izlemiş değilim.Flashforward'da çarpıldım, keşke devamı çekilse de izleyebilsek. Alias'ın ilk bölümü 90'ların romantik komedileri, dövüş sahneleri ise Jackie Chan filmleri tadındaydı, eee bunun izlenecek nesi var diye düşündüm ama dizi 5 bölüm sonra oturdu. Alias için Light 24 - içine duygu katılmış ve zamana yayılmış maceralar dizisi diyebilirim. İlk üç sezondan sonra ara vermek zorunda kaldık. Bir sezon=8 bölüm (!) Entourage beni pek açmadı. Bu nedenle Prison Break'e hızlı bir geçiş yaptık.

Başlamadan önce cezaevinde geçen ve içinde çoğunlukla  erkek mahkumların olduğu bir dizi ne kadar güzel olabilir ki gibi bir önyargım vardı. Pilot bölümle birlikte bu kaygı uçup gitti, merakla izliyorum. Dizi ilerledikçe (hala izlemeyen kaldıysa) önerip önermeyeceğime karar vereceğim.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Solo'yu dinliyorum...


Bu ara akşamları çizim yaparken Hüsnü Arkan'dan Solo'yu dinliyorum. Hüsnü Arkan'ı Ezginin Günlüğü'nün "marka" sesi olarak tanımıştım. Gruptan ayrılıp tüm besteleri kendisine ait olan bir albüm çıkarmış, güzel de olmuş. Beni en çok etkileyen parçalar "İhtiyarlık" - Orhan Veli'nin bir şiirinden bestelemiş, "Sol Yanım" - sözler Can Yücel, bir de Birsen Tezer ile vokal yaptığı "Hoş Geldin". Her dinlediğimde daha çok seviyorum albümü...

Değişim şart...

Bu haftaki hedef elimde aylardır sürünen projeyi teslim edip kurtulmak olsun, henüz daha eğlenceli başka bir hedef bulamadım. Sonrasında belki de aylardır süren sıkıntıları aşmak için yeni iş arayışlarına girmek olabilir, bunun için özgeçmişin güncellenmesi, bir de başvurularda ısrarla istenen dijital portfolyonun hazırlanması/tamamlanması olabilir.

Değişim şart!

1 Haziran 2011 Çarşamba

Hayat nedir?

Hayat; her gün uyanmaya değer yeni birşeyler bulabilmek için önüne günlük/ haftalık/ yıllık küçük hedefler koymaktır. Benim bu haftaki hedefim yarın yapacağımız sahil pikniği...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Türkan'ı izledik, gözyaşlarıyla...

Türkan Saylan'ın son günlerini anlatan "Türkan" filmi 19 Mayıs'ta gösterime girdi, biz de Cumartesi günü koşarak sinemaya gittik. Dizinin son bölümünde gösterilen o çarpıcı jeneriği izlediğimden beri bu anı bekliyordum. Başımıza çökmüş olan Ergenekon kabusunu anlatan bir filmi nihayet izleyebilecektik...


Öncelikle söylemem gerekir ki salon düşündüğümden daha boştu. Bunun nedeni İstanbul'a baharın daha yeni gelmesi ve bu ışıl ışıl tatil gününde herkesin kendini açık alanlara atmış olması olabilir - umarım öyledir... Bu filmi izleyenlerin çok olmasını istiyorum, çünkü oyuncuların gönüllü olarak hiçbir ücret almadan rol aldıkları bu filmin tüm geliri Türkan Hoca'nın kardelenlerine aktarılacak. Salondaki yaklaşık izleyici sayısı yirmiydi ve bunların çoğu belli bir yaşın üzerindeki kadın izleyicilerdi. Şimdiye kadar izlediğim hiçbir filmde bu kadar bariz hıçkırık sesleri duyduğumu anımsamıyorum.

Konu malum; Prof.Dr.Türkan Saylan kanser hastalığıyla savaşının en zor dönemlerinde evi Ergenekon davası soruşturması kapsamında basılır, tüm eşyaları altüst edilir. Bunun nedeni ÇYDD'ndeki genç kızları okutma çalışmalarının bazı kesimlerin çıkarlarına ters düşmesidir. Bu soruşturma ile hem derneğin hem de destekçilerin gözünü korkutmak amacıyla eve ve derneğe baskınlar gerçekleştirilir ama herşey ters teper. Toplum Saylan'a sahip çıkar, kardelenler için yapılan bağışlarda patlama olur, derneğin 20.yıl kutlaması biletleri yok satar. Türkan Saylan'ın tek amacı artık bu dernek gecesine kadar ayakta kalabilmektir.

Filmde rol alan tüm sanatçılar harika bir iş çıkarmışlar. Türkan'ı canlandıran Rüçhan Çalışkur (ki daha önce Devlet Tiyatrosu'nda Leane'nin Güzellik Kraliçesi ile gönlümüzü zaten fethetmişti) Türkan Saylan kimliğini üstüne giymiş ve çok yakıştırmış. Benim ikinci favorim Ayşe Yüksel'i canlandıran Şebnem Sönmez'di. Polis memurunu canlandıran İsmail Hacıoğlu da başarılı ve sade bir oyunculuk sergiliyordu. 

Film beklediğim kadar sert  çıkmadı belki ama bence izlenmeye değer. Bu kadar değerli bir insanın anısına, onun son ana kadar aklından çıkarmadığı kardelenlerine bir damla su olabilmek adına...

Beğeni düzeyi 8/10.

17 Mayıs 2011 Salı

Çaresiz Ev Kadınları





Desperate Housewives yıllardır en çok severek izlediğim dizilerden biri. Wisteria Lane adında bir kasabada yaşayan dört kadının (Susan, Gaby, Bree, Lynette) dostluklarının öyküsünü anlatıyor. Bu dörtlüye zaman zaman başka karakterler de eşlik ediyor ama ana kurgu bu dört kadın üzerine kurulmuş. İşin ironik yanı aslında hiçbirinin "çaresiz" olmaması. Elbette herkes gibi onların da dibe vurdukları zamanlar oluyor ama zekalarını kullanarak, birbirlerine destek olarak zorlukların üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Bree alkolik oldu, Lynette kanser, Susan diyalize mahkum oldu, Gaby çocuk doğurup şişmanladı, aldatıldılar, aldattılar, eşlerinden ayrıldılar, çocuklarıyla problem yaşayıp bunalıma girdiler, işsiz-parasız kaldılar, birbirlerine küsüp barıştılar. Değişmeyen tek şey aralarındaki dostluktu. Bu öyküyü bunca sevilir yapan da onların da hepimiz gibi doğruları, yanlışları, hataları, hırsları, zayıflıkları olan "gerçek" kadınlar olmaları. Sıkılmadan izliyorum, seviyorum, tavsiye ederim.

15 Mayıs 2011 Pazar

21 aylık Deniz'in sözcük dağarcığı

naga: su
dan-din-din: yatakta atlama zıplama
bammm!: düşmek
gıngın: her türlü elektronik eşya(klima,süpürge,saç kurutma makinası,çamaşır makinası)
be-be: kitap okumak
dızdız: blender
sen/şen: kendi adı sandığı sözcük
gaga: oyuncak ahşap ördek
bambam: oyuncak ayı
man: mandal
lebi: leblebi
por: portakal
dam: adam
dıgı dıgı: eski model Vosvoslar
battiş: battaniye
pufpuf: ütü
dimdim: bisiklet

En çok sevdiği öyküler:

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler,
Fındıkkıran,
Kırmızı Şapkalı Kız,
Winnie the Pooh "Işık" ve "Su",
Yaramaz Çağlalar

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Tiyatro Dialog'dan Kim Bu Adam oyununu izledik....

Öncelikle oyunu izlemiş olduğumuz Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi'nin tasarımını ve uygulamasını yapan mimari ofis ve yüklenici ekipleri göstermiş oldukları özenden dolayı tebrik etmek istiyorum. Tiyatro salonu da güzel ve ferahtı, zaman zaman yan duvarlardan yankı sorunu oluştu ama o kadar kusur kadı kızında da olur diyorum.


Can Gürzap, yıllardır kişilikli duruşuyla beğendiğim bir sanatçıdır. Güneş Berberoğlu'nu ise bundan önce "Kız Tavlama Sanatı" adında ama adıyla zerrece ilgisi olmayan ve insanın yüzüne tokat gibi patlayan bir oyunda izlemiş ve hayran kalmıştım. Bu faktörler oyundan beklentimi hayli yükseltti. Akşam yemeği yiyen bir çiftin bir telefon ziliyle kendilerini anlamlandıramadıkları bir karmaşa içinde bulmalarıyla açılıyor oyun ve tuhaflıklar birbirini takip ediyor. Konu ilginç, oyuncular da başarılı oldukları için ben keyif aldım. Genel anlamda bakmak gerekirse; oyunun gidişatı biraz tutuk, sonu ise başı kadar çarpıcı değil diyebilirim. Yine de birbirinin aynı sulu komedilerdense benim tercih edeceğim bir oyundu.

(10'luk sistemde beğeni düzeyi: 7)

26 Nisan 2011 Salı

Bu ara başucumdaki kitaplar...


Bunu internetten sipariş verip aldım, aldığım tek çocuk yetiştirme kitabı; konuyu güzel (ve gerçek) örneklerle açıklıyor. 
Bunu canım arkadaşım Hande ödünç verdi; çocukluğumuzdan kalma bir gelenek - kitaplarımızı değiş-tokuş etmek

 
Bu İngiltere'de tanınmış bir televizyon yıldızı olan Caron Keating'in göğüs kanseriyle yedi yıllık savaşının öyküsü - annesi tarafından kaleme alınmış. Çok dokunaklı ama hayatımızın ve sağlımızın değerini bilmemiz için ilham verici.
Bu oğlumun :)

18 Nisan 2011 Pazartesi

İntiharın Genel Provası'ndaydık...

Dün Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde İntiharın Genel Provası'nı izledik; bu sezon izlediğim en iyi oyundu. Tesadüfen Kovaçeviç'in Profesyonel adlı oyununu da iki ay önce Devlet Tiyatrosu'ndan izlemiştim - o da çok başarılıydı. Emir Kusturica'nın ünlü Underground filminin senaryosu da bu adama aitmiş. Oyuncular çok başarılı; konu ilgi çekici bir kara mizah, sahne, ışığın ve projeksiyonun kullanımı etkileyici, final de çarpıcı olunca bu oyun kaçırılmaz.




http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=347

(10'luk sistemde beğeni düzeyi: 9*)

13 Nisan 2011 Çarşamba

DEVLET OPERA BALESİ BAHAR KONSERİ'NDEYDİK!

Cuma akşamı buz gibi bir Nisan yağmuru sonrasında Kadıköy Süreyya'da bahar konserini izledik, hem de zemin kat locadan... Bu loca keyfini keşfetmemiz çok iyi oldu, iki defadır konserleri en güzel yerden izleme fırsatı buluyoruz. Konser çok keyifliydi, kasvetli klasik müzik konserlerine benzemiyordu. Orkestra ve şef Murat Kodallı hem kendileri eğlendiler, hem de izleyicileri eğlendirdiler. Tam iki saat ara vermeksizin film müziklerinden jazz formatında konçertolara, müzikallerden daktilo ile çalınan senfonilere tam bir müzik ziyafeti yaşadık.

Tekrarı olursa kaçırılmamalı derim de başka birşey demem. Takipteyim...

(10'luk sistemde beğeni düzeyi: 10*)

8 Nisan 2011 Cuma

İstanbul Film Festivali'ndeydik...

" Ha ha ha " isimli Güney Kore filmine gittik. Çok araştırdığımızdan değil; tarihi oğlumuzun bakım durumuna uygun, evimize yakın ve iş çıkışı ilk seans olduğundan...

Cannes'da nasıl ödül aldığını anlayamadığım bir film. Hani usta bir yönetmenin eline düşse güzel bir sonuç çıkabilecek bir öyküsü var. Ne yazık ki oyunculuklar kötü, mekanlar çirkin (İstanbul'da yaşayan ve denize yakın çalışan birisi için), yenilen yemekler - içilen içkiler iştah kesici ve en zoru; dili (Korece) kulağa hiç güzel gelmiyor...

http://film.iksv.org/tr/film/124

(10'luk sistemde beğeni düzeyi: 3)

7 Nisan 2011 Perşembe

Ben de buradayım...

Bir gün bir kafe+kitapçı açma hayalim vardı; o zamanlar henüz bu konseptte yerler yoktu. Üniversite ikinci sınıfta uygulama projesinde böyle bir mekan tasarlamıştım, Salacak'ta Kızkulesi karşısında iki katlı müstakil bir yapı. Eğimli arazide asma katıyla, eğimli ahşap çatısıyla sıcacık güzel bir kitapçı-kafe... Adı Sütlü Kahve olacaktı. Mağazalarda, ofislerde İngilizce isimler kullanılmasına oldum olası sinir olurum. Sütlü kahveyi de severim, çocukluğumu anımsatır... Blog adı işte buradan geliyor, beğenirseniz sizi de beklerim.

Nasıl bir blog olacak şimdilik ben de bilmiyorum ama amacım gidip gördüğüm filmleri, yerleri, oyunları, okuduğum kitapları, haberleri paylaşmak...